17 Mart 2017 Cuma

Çağlayandan- Komûs'a


Çağlayanda 'Deli Doktor'u görüp, hikayesini kısaca anlatıp çıktık. kahveye çok yakın bir açık hava sineması vardı. Dere kenarında, sivri sineklerin göz oyduğu küçük, Türk filmleri oynatan bir sinema..Kapısı sinema perdesinin içinde. Geç kalanlar girerken, film ortadan ikiye ayrılıyor, sonra birleşiyor ve devam ediyor film..
Onun yanında ünlü Kazım Paşa İlk okulu yer alıyor, Gök Meydan'a giden yokuşun başlangıcı burası oluyordu. 'Sinema Yokuşu'
Yokuşun sol tarafında Hastane binası ve resmi kurumlar yer alıyordu..Meydana ulaşıldığında, sağda askeri mahfel vardı...
Orta düzlükte eskiden Ermeni Mezarlığı olan yere toprak bir futbol sahası yapmışlardı. Şimdi yerinde 8 Ağustos stadı yer alıyormuş..Ben görmedim.
Sol tarafta çok ünlü tarihi bir yapı var...
'İhlâsiye Medresesi'..
Medresenin tam arkasında dar bir yol ve annemin amcalarından Marangoz Mevlüt'ün taştan yapılmış ve Ermeni'lerden ele geçirildiğini tahmin ettiğim meyve bahçeli evi yer alırdı.. Duvar duvara bitişik iki evdi..Biri de Abaro dedikleri bir adama aitti ve aralarında ev yüzünden bir dava sürüyordu.
.. Buradan ilerisi 'Komûs'tu...Yeşillik bağlık ve bostanlık bir yer...En ünlü ürünü de hıyardı...'Komûs Hıyarı'..
Amcalara misafir gittiğimde evin küçük kızı Dürdane ile Abaro'nun tarlasından hıyar çaldığımızı hatırlıyorum. El yordamıyla karanlıkta bulup kopardığımız nefis hıyarları.
Bahçede bir mezar vardı. Sorduğumda Dürdane
- Abaro'nun ölen karısına ait dedi...Biliyor musun Abaro bu gün genç ve güzel bir kadınla evlendi dedi.
Ertesi sabah, gerdekten çıkan Abaro mezarın başında dua ediyordu. Dürdane ve ablalarıyla çok gülmüştük..
Acaba, Allah senden razı olsun...Bebek gibi karım oldu .. İyi ki öldün mü diyordu diye..
Her iki bahçede de ceviz ağırlıklı meyve ağaçları vardı.
Gilyaz olarak söylenen kiraz, şilor ve salor...Bir de büyük dut ağacı..
Aynı zamanda bir mesire yeriydi Kom'us...
Komus'la ilgili bir de tekerleme yapılmıştır Bitlis'te...
Men Uro Puro, jimharlerin Şüküro pohçilerin Haso Fare evinin Faris heppi böyle kom oldox gettux Komus'e toye..
Kahve geldi yidox, pilav geldi iştox
Elimi atım cebime on pare geli lapıma.
Attım getti davulcunun define
Etti zıring.
Allah bereket versin Komus'un gıregirine.
Geldim eve termaş avrat küfte pişirmiş
Küfteyi yidim
Tırcigi atti
Kerani deldi
Çıhti kapiye.
Komüs'te düğünler de çok şatafatlı olur.
Çimenleri üzerinde davul zurna eşliğinde Bitlis Halayları çekilir. Muhteşem mutfağının en leziz yemeklerini yer katılanlar.
Bu oynanan oyunlar Ermeni'ler ile Kürt'lerin ortak oyunlarıdır...
Yazın damlarda yatarlar...
Sabaha karşı erkekler bahçeleri sulamaya giderler...
İlginç bir olay günümüze kadar taşınmıştır..
Evlerin birinde adam sulamaya gider..Hava hala karanlıktır.
Bir başkası çıkar dama . Karısının koynuna girer ve sessizce kadınla birlikte olur...
Adam gittikten sonra, sulamayı bitiren kocası gelir ve onun da canı karısını çeker..
Yanaşıp isteyince..Karısı biraz evvel birlikte olduk ya der..
Adam çok sinirlenir...Anlar..Ama iş işten geçmiştir artık..
Damın ucuna gelir...
Olanca gücüyle...
Ey ahali...
Yanlışlıkla xm xikenin xmını xikeyim diye bağırır...
Bitlis'te uzun yıllar anlatılan bu olay günümüze kadar gelmiştir.
Sözün özü Bitlis muhteşemdir...
Ve ben de bir Bitlis'liyim




13 Mart 2017 Pazartesi

İstanbul'lu Teyze (2) 3/03/2017


Evlere 'saka'lar getiriyordu suyu...
Eşeklere yüklüyorlardı su dolu tenekeleri. Her eşeğin sırtında altı teneke su olurdu...
Bizim evin ve İstanbul'lu Teyzenin suyunu genelde ben taşıyordum, mahalle çeşmesinden..Çok su kullanmıyordu teyze..Annem evinin temizliğine ve çamaşırlarına yardımcı oluyordu..Para alıyor muydu hatırlamıyorum..
Uzunca boyu, hayli kırlaşmış ve özenle taranmış saçlarıyla haza hanımefendi bir kadındı..Dışarı çıkarken sükseli bir baston taşır, gülerek, gürültü yapan çocuklara zarif bir şekilde sallardı..
Mahallenin çok sevdiği bir kadındı..
Sabahları camdan yolumu gözler, çıktığımda ufak tefek ihtiyaçlarını aldırırdı mahallenin tek bakkalından. Dönüşte avucuma bir gümüş elli kuruş koymayı adet edinmişti..Eğilir yanağıma da bir öpücük kondururdu...
Bir gün mahallede bir kıyamet koptu...
Teyze merdivenlerden düşmüştü...Yanına zorlukla yanaştığımda, sap sarı kesilmiş bir haldeydi. Elimi tuttu 'Bırakma beni çocuk' dedi...
Ambulans evin önüne kadar gelemiyordu. Yola kadar battaniyeye koyarak götürdüler..
Annem Numune Hastanesine ziyarete gidiyordu gün aşırı...
Kalça kemiği kırılmıştı..Ve o yaşta çok tehlikeli olduğunu söylüyorlardı ..
Bir ay sonra eve getirdiler. Her işini annem yapıyordu...
Beni her gördüğünde elimi tutuyor aynı sözleri tekrarlıyordu...'Bırakma beni çocuk'
Hatırlayamıyorum kaç ay daha yaşadığını...Bir gece ölüm haberini aldık...
Annem soyarken teyzeyi koynundan küçük bir haç çıkmış. Annem gizlice almış ve kimseye göstermemiş...
Ölmeden bir kaç gün evvel anneme bir takım şeyler verdiğine eminim...
Annem ketumdu açıklamazdı...
Ben sandığına bakarlarken komşular, sararmış bir Osmanlı zabitinin fotoğrafını gördüğümü net hatırlıyorum...
Ankara asri mezarlığında yatıyor şimdi...
Adını ölünce ancak öğrendik Cemile Sadık...
Nurlarda uyusun teyzem...
İhanet eden ben olmuştum...
'Bırakma beni Çocuk' demişti defalarca...
Ben elini bırakmıştım..
Sanki hayınlık etmiştim.. 3/3/2017

12 Mart 2017 Pazar

İstanbul'lu Teyze ve Kado - 13/03/2017


Annem yiğit bir kadındı.
Hayata öfkeli bakan, sevincini hiç belli etmeyen ve hatta hiç ağlamayan biriydi..
Ön yargıyla hareket eder. İnsanları doğulu ve batılı diye ikiye ayırırdı...
Tanıştığı kimselere 'Ke oğul nerelisen' sorusunu hiç ihmal etmezdi..Koyu esmer olanlar, onun en sevdikleriydi...Kürt olma ihtimali fazlaydı çünkü..
'Biri soruya Afyon'luyum teyze' dese, biraz duraklar...'He oğlum onlar da insan' cümlesini kerhen yapıştırırdı...
Tahmininde yanılmasının ifadesi de ağzını burnunu eğmesiydi.
Mahallede iki kişiyi çok severdi...
Biri İstabul'lu teyze, biri de Makbule Ablaydı..
Nereden o mahalleye düşmüştü İstanbul hanımefendisi kadın kimse bilmezdi...Sorsa da cevap alamazdı..Durgunlaşır, eliyle boş ver der gibi bir hareketle konuşmayı sonlandırırdı..Gözlerini buğulandığını bir çok defa görmüştüm...
Ud çalar, resim yapardı...
Sigaranın yaptığı tahribatla, söyledikleri fazla cazip gelmezdi bize..
Kızdığında farklı bir dilde bağırır, sanırım küfür ederdi.
Bu gün bu hatıralarımda gezinirken aklıma düşen şey, onun bir Ermeni veya Rum kadını olabileceğiydi...
Hiç geleni gideni olmazdı...Neyle geçinirdi hiç bilmezdik...Evinde de her şey vardı....Gecekonduda yaşamasına akıl sır erdiremezdik..Belki bir saklanmaydı onun için..Bilemezdik..
Makbule Abla sarışın, çok güzel bir kadındı...Kocası Selahattin Ast subaydı. Siirt'liydi.. Mahallenin koruyucusuydu...Evlerini önündeki bir seküye oturur, gelip geçenleri izler, çirkin bir bakış görürse mahalle kadınlarına, anında saldırırdı...Bileği kuvvetli, yakışıklı, hepimizin idolü biriydi.
Annemi çok severdi..Annem de onu...Öyle ya...Kadınlarda Kürt Kado, erkeklerde Selahattin mahallenin iki kabadayısıydı.. Birazda hemşeriliğin etkisi vardı bu sevginin oluşmasında..
Hoşlanmadığı komşu kadınlara isimler takmıştı kendince...
Çilburuş, Kuru karı,Şıkşık Behiye, Deli Hidayet, Çılbır Nalan, Dodik Münevver, Koca kafa Müzeyyen bunlardan bazılarıydı.
Nadiren görüşürdü bunlarla, bayramdan bayrama ve yahut bir hastalık hali ancak buna el verirdi..
Onurlu bir kadındı annem..
Acıktığımızda değişmez ara yemeğimiz, sokaktan istediğimizde de verdiği 'Sana Yağı' sürülmüş ekmek dilimleriydi...
Kasap dükkanını, eti, 1960 yılına kadar hiç hatırlamıyorum..
Belki de silinmiş hatıralarımdan, azlığından ötürü...
Kimsenin verdiği bir şeyi giydirmezdi bize..İlk okulda verilen Amerikan yardımı kıyafetleri eve götürdüğümde sokağa fırlatmıştı..
Ceket ve gömlek yakaları ters yüz edilir, uzunca bir süre daha kullanılırdı..Tek mahsuru ceketi solunda olan cep ve düğmeler ters tarafa gelirdi... Fark edenler için bir gülme konusuydu..
Misafir gittiğimiz yerde asla açız diyemezdik.Desek eve döndüğümüzde bir ton sopa yerdik...İşte o zaman annem bir Nazi Kapo'su olurdu...Acımasız ve zalim... Çoğu kez haklıydı üstelik..Evden çıkarken bir şeyler yedirirdi, orada istemeyelim diye...Çocukluk işte...
İşte içimde yer eden, küçük bir yara haline gelen bir olay var ki...Unutulmaz..
Bir öğlen vakti Makbule Ablalardayız...Kızları Oya ve küçüğü Ayla'ya tavada köfte ve biftek kızartmış.Bana ve kız kardeşime de yedirmek istedi..
-Onların karnı tok dedi annem...
Uzatılan ekmek arası köfte, kadının elinde kaldı..
Bizim de gözlerimizde..
Çok ısrar etti kadıncağız. İzin vermedi Kürt Kado.. Yani annem..
Erkek çocuğudur bir yeri şişer dedi. Makbule Abla..Zorla...
Birer lokma sokuşturdu ağzımıza..
Altmış yıl oldu bu olay...
Hayatımda ne etler, ne kebaplar yedim haddi hesabı yok...
Yalnız onun lezzeti kaldı damağımızda...
Annemi bu hikayeyle bir kez daha rahmetle anıyorum..
Keşke yaşasaydı..
Kuru ekmek koysaydı her daim önümüze...
13/03/2017

10 Mart 2017 Cuma

Bitlis....1950 ve sonrası..

Bitlis....1950 ve sonrası..
Temmuzda dağdan rüzgarın getirdiği taze kekik kokusu, evimizin içine kadar dolardı..
O yüzden çok severim kekik kokusunu..Alır götürür beni çocukluğuma.
İşte o kekikli dağın eteklerinde kuruludur Qet Mahallesi...
Tenekeci Yaşo'nun evinde kiracıyız..Babam arasta altında berber...
Mahallenin orta yerinde geniş bir meydan ve üç büyük dut ağacı, çocukluğuma bıraktıkları izle, hala yaşıyorlar hatıralarımda..
Meydandan yola inildiğinde, karşıda yüksek bir yerde Alaydınların Bağı yer alırdı..Çarşıya doğru sapınca Müştak Baba İlk okulu sağda kalır. Tüm ihtişamıyla Bitlis Kalesi çıkardı karşınıza..
Kale dibinden geçen çayın kenarında bir değirmen Bitlis'te yaşayan tek Laz'ın işlettiği bir yerdi...
Taş köprüden geçerken, babamın küçük amcası Tahsin dükkanından çıkar, bana para verir, öper ve uğurlardı..Kunduracıydı..
Sağ tarafta köylülere hitap eden küçük ahşap dükkanlar yer alırdı..
Pek fazla bir şey bulunmazdı bu dükkanlarda..
Çok renkli kumaşlar, tırpan, dehre, lastik ayakkabı, bıdım, dadığan ve şekerli leblebi en çok gördüklerimdi...
Sol tarafta atıyla ünlü, Tahar Ağanın hanı vardı. Teyzem Raife'nin de kayın babasıydı..Muhteşem çok odalı bir konakta otururlardı.'Serayil' bu konağın adıydı. Çok yüksek kayalıklar üzerine inşa edilmiş fakat önü düzlük, yem yeşil çimenleri olan kiraz ve dut ağaçlarıyla herkesçe bilinen meşhur bir evdi..
Arasta altında pazar yeri ve çevresinde tek katlı dükkanlar bu gün bile gözümün önüne gelir..Babamın çalıştığı berber dükkanı tek hatırladığımdır.
Sonra Ulu Cami ve buğday pazarı...Kalabalığın en çok olduğu yerlerdi..
Bir kaç yere belediyenin yerleştirdiği hoparlörlerden çok ilginç anonslar yapılırdı...Sol tarafta yer alan belediye binası sırtını kaleye dayamıştı..
Anonslardan biri hiç hafızamdan silinmemiştir bu güne kadar..
'Dikkat! Dikkat!
Geğrikler kaleden pangor kululerler
Derrallerin kale dibinde
Berojlenmesi yasaktır'.
Yani keçi yavruları kaleden büyük taşlar yuvarlıyorlar, kale dibinde başı boş insanların oturmaları ve güneşlenmeleri yasaktır...Diyordu...
Yolun sonuna doğru dere kenarında Çağlayan Kahvesi özellikle gençlerin gittiği bir yerdi..
Uzun kavak ağaçlarının gölgesinde çay içilen ve genellikle 'Pinikir' oynanan çok şirin bir mekandı...
Sandalyelerin birine oturmuş, yıpranmış takım elbisesiyle ve korku dolu bakışları insanı ürperten biri otururdu...
'Deli Doktor'
Adını bilmezdim...Belki kimse bilmezdi.. Hakkında bilinen şey..
İstanbul Valilerinden Fahrettin Kerim Gökay'ın tıp fakültesinden sınıf arkadaşıydı. Ve Cumhuriyetin kuruluşunda asılan ünlü Kürt ileri geleni şair Kemal Feyzi'nin kardeşiydi..
Delirmesine neden de bu acı olaydı..

9-Mart-2017/Ergun Kuzenk

Kadina dair... 8-Mart-2017



Kadınlara yaptıklarından

Tarih 15 Aralık 1941. Yer Letonya. Fotoğraftaki zorla kıyafetleri çıkarılmış olan kadınlar, kış olmasına rağmen çırılçıplak idam sırasında bekletiliyor. Soğuktan ve korkudan birbirlerine sığınmışlar. Ölüme doğru yürüyorlar. Kendi ölümlerine… Derilerine çarpan keskin rüzgâr, cinayet peşinde koşan bir katilden farksız. Tene her değdiğinde vücudu yakan soğuk bir rüzgâr. Dahaönce toprak yüzü görmemiş küçük beyaz ayakları dikenlerin üzerinde kana bulanmış… Havayı esrarlı bir ceset kokusu sarmış. Bu saatten sonra neye inansınlar ki. Neye bel bağlasınlar, kimden yardım istesinler?

Askerler üzerlerine doğru atış talimi yapıyor. Vurulanlar hem kan kaybederek hem de soğuktan titreyerek acı içinde can veriyor. Askerler ölmeyen birini görürse, o an üzerine atlayıp onu boğuyor. Arkada yığınla toprağa düşmüş ölü beden var. Her saniye onlara bir yenisi ekleniyor. Hepsinin yüzü daha o kadar canlı ki henüz hiçbiri soğumamış. Gerçekten de insanlık bu dünyanın başına gelmiş en büyük bela.






Kadınlara yaptıklarından

Savaş dendiğinde aklımıza yıkımlar, acılar ve ölümler gelir. Aslında savaşı bu üç kelimeye sığdırmak basit insanların işidir. Çünkü bu kelimelerin altında yatan derin düşünceleri ancak duyarlılık sahibi insanlar anlar. Onlar “acıya” kuru bir geçiştirmeyle “acı” dendiğinde sıkıntının ve hüznün yaşanmayacağını iyi bilirler. Halden anlamak, kuru bir geçiştirmeden ziyade söylenileni yaşamaktır. Yaşanılan için çözüm üretmektir. Gelin biz “halden anlayan kişiler” gibi olalım ve onların savaşa baktıkları gibi bakalım. Nasıl mı? İşte böyle!

Savaş deyince aklınıza ne geliyor?


-“Eşini kaybetmiş binlerce kadının ıslak dudaklarına düşen göz yaşları aklıma geliyor”

-Eline şarapnel parçası saplandıktan sonra parmakları kesilmek zorunda kalan küçük bir kız çocuğunun babasına “Baba, parmaklarım ne zaman uzayacak?” deyişi aklıma geliyor.

Bir savaşın gittiği yolu değil, insanları götürdüğü yolu irdeleyelim. Unutmayalım ki madde her zaman kazanılır, peki ya kaybedilen bir insan… O tekrar geri dönebilir mi? Ruhun, duyguların hiç mi önemi yok?

Tarih, dünyaya hükmetmeye çalışan liderlerin önlerine çocukları ve kadınları alarak nasıl korkakça birbirlerine meydan okuduklarını yazmıştır. Doymak bilmez hırslarıyla insanlara dehşet saçan kalpsiz mahluklar, savunmasız insanlara ödlekçe saldıran kimselerdir. Savaşın masumları savaşıp hayatını kaybeden taraf olur, suçluları ise savaşı başlatıp kazanan taraf olur. Bu kazanım ölen insanlar üzerinden elde edilen haksız bir kazanım. İnsan olan kimsenin istemeyeceği türden aşağılıkça.

“Savaşı erkekler başlatır, cefasını kadınlar çeker..
Alıntı..Emre Furkan Özdemir...Eklemesi...GAİADERGİ





7 Mart 2017 Salı

Nikah masasında Bitlis'in kurtuluşu..

1978 de evlendim..
Fukara evliliği...
Nikah günü aynı zamanda Bitlis'in kurtuluş günüydü..
8 Ağustos..
Nikah masasında Bitlis'in kurtuluşu, Ergun'un batışı diye bağırdım..
Nikah memuru bir süre nikahı kıyamadı, kendisi ve salondakiler aralıksız gülüyordu.
İşe yeni başlamışım. Para, pul yok.
Halamın Keçiören'de ki bağ evinin alt katında bulunan iki odalı, aralığı, salonu falan bulunmayan küçük bir yer..
Bir odada yatak, diğerinde altı sandalye bir portatif masa...
Hiç bir şeyimiz yok..Ne televizyon, ne buz dolabı...
Yemeklerimizi üst katta halamın dolabına koyuyoruz..
Halam, kocasından miras kalan kaynanası ve benim yüz yaşını geçmiş, rekora giden nenemle birlikte yaşıyor.
televizyon için çıkıyoruz bazı akşamlar..İhtiyarların uykusu geliyor, pinekliyorlar. Mecburen eve dönüyoruz..
Evimizin önü bahçe. Yazın rahatız..
Halam bu böyle olmayacak diyor.. Dört bin lira verip bir buzdolabı almamızı sağlıyor...Kısmen rahatlıyoruz..Küçük tüp kullanıyoruz..
Mutfağımız da küçük...Ha unuttum, dolap olmadan önce, küçük bir testimiz var, gece dışarı koyuyoruz, soğuyor.Gündüz o suyu içiyoruz..Bedevi çadırında yaşar gibiyiz. Bir devemiz eksik..
Bu gün Keçiören Belediyesinin bulunduğu Kalaba denilen yerin tamamında bostanlar var.. Yürüyerek gidip, domates, biber gibi şeyler alıyoruz,zeytin ve peynir eşliğinde hayatımızı sürdürmeye çalışıyoruz..
Her şey bulunmuyor. Kuyruklarda bekliyorum. Yağ hele hiç yok..
Yirmi litrelik bir pamuk yağı almak için Gimanın önünde saatlerce bekliyorum..Sırada yüzlerce insan var..Alıyorum..Tüm akrabalar akın ediyor bize. Küçük şişeler halinde paylaşıyoruz..
Halamın torunu Hakan her gün halamı ziyarete gelir..Bizim tüp ihtiyacımızı da o üstlenmiştir. Gider değiştirir.. Günlük ekmeğimizi de o alır..
Bir gün Hakan gelince bir ekmek alsın diye eşimin bıraktığı parayı alan ninem bakkala kendi gider. Halam fark etmez gittiğini..
Zaten bunamış olan kadıncağız, dönüşünde yolunu kaybeder..Tezikmiş bir kuşa döner...
O gün gece yarısına kadar aramadığımız yer kalmadı..
Sebep olmanın ağır yükü altında eziliyoruz..Sıkıntımız büyük...Kadın hala yok..
Komşumuz Muharrem, Kurmay Albay...Jandarmayı, polisi sanki alarma geçiriyor. Arama sürekli yapılıyor.. Nafile..
Meğer kadının biri bulmuş, evine götürmüş..Kocasının işten dönmesini bekliyormuş...Karakola götürmek için..Kocasının da o gün geç döneceği tutmuş..
Gece geç vakit karakoldan aradılar..'Bir teyze var.' gelin bakın sizin ki mi diye..Koşturduk...
Hayatımın en acı günlerinden biriydi...
Ve hayatımda en çok ağladığım gündü...
Sahne beni harap etmişti..
Küçük bir odada, sandalyede oturuyordu ninem..
İnanmayacaksınız, inanılası da değil...
Döndü bana...Bitlis şivesiyle...''Ke harde kaldız' dedi..Yani nerede kaldınız bu saate kadar, diyordu...
Ağlıyordu...Ben de ağlamaya başladım..Hem ne ağlama..
Götürmek için ayağa kaldırdığımda, gördüğüm şey inanılmazdı...
Bize aldığı ekmek..Tek eliyle bastırmış halde, göğsünde duruyordu...

25-Subat-2017

Barış ölünce mi geliyor acaba ?

Geçen gün Ankara Asri Mezarlığına gittim.
Ülkede pek kalmayan bir manzara beni çok duygulandırdı..
Fatihalı Haçlı ve Davut Yıldızlı mezarlar yan yanaydı...
Kimse kimseden şikayetçi değildi..
Ne işin var bizim aramızda diye, düşmanlık güden hiç kimse yoktu
Barış ölünce mi geliyor acaba ? diye sordum kendi kendime..
Ve aklıma Özdemir Asaf'ın minik şiiri geldi...''Bildiri''
Biz savaş ölüleriyiz
Bundan böyle karşı karşıya değiliz
Bildiririz...Diyordu Asaf...
Ve bu mezarlarda belki birbiriyle savaşmış olanlar da vardı..
Ama gördüm ki şimdi, koyun koyuna yatıyorlardı

26-Subat-2017

Alt peştmal'da ki Dingo ve yanındaki Cimo giller...

Alt peştmal'da ki Dingo ve yanındaki Cimo gilin bağını hatırlayacaksınız..
Hani kiraz, şilor salor ve dut ağaçlarının, ceviz ağaçlarına yoldaşlık ettiği bağ. Sulak ve yem yeşil çimenleri ve arkasındaki dağın eteklerini saran Ermenilerden miras kalan adıyla 'Tıhtımorikler'iyle ünlü bağ..
İşte bu Cimo 1959 senesinde askere geldi Ankara'ya..Tabi akrabamız...Hemen sahiplendi annem. Her hafta izne çıktığında çamaşırlarını yıkanması için getirir oldu...Tumanlar hariç..O da utandığından..
Bir yakını daha var Azize..Yeni gelin getirmişler Bitlis'ten. Bent Deresinde kerhaneyi geçtikten sonra Aktaş'a doğru bir eski gecekonduda oturuyorlar...Kaynatası Topal Kerimo Ankara'ya yeni indiğimizde Babamı ceketinden tutarak havaya kaldıran ve Ankara Garında gülüşmelere neden olan o efsane adam Abdulhekim'in abisi..Güya İstiklal Savaşı gazisi...Madalyalı..Ben o gün bu gündür hiç inanmıyorum..Samanlık gazisi olduğuna da adım gibi eminim.
Sahtekar, üçkağıtçı tuhaf ve sevimsiz bir adam..
Ev Hatip Çayı kenarında...Ağaçlıklı iki katlı ve üst katın önünde uzun bir balkonu var..Pencere kenarında oturduğunda en uçtaki mutfağı da ta içine kadar görebiliyorsun.
Cimo akrabası yeni gelin Azizeyi görmek istedi bir geldiğinde..
Sağı solu seyrederek gidiyoruz Ben Nermin Yengem ve Cimo.. Çocuklar o boklu derede yüzüyor...Anaları sülük çıkarıyorlar dereden..Şişelere koyup Aktarlara satıyorlar..
Çok iyi karşılanıyoruz...İki akraba hasret giderirken, Topal Kerimo her zaman olduğu gibi kahramanlıklarını anlatıyor..Ayağının nasıl koptuğundan bahsediyor....Bizimkiler acı duyuyorlar anlattıklarından...Ben hariç...İnanmışım sahtekarlığına. Annemin iddiaları yer etmiş bende..
Azize kahve yapmak için mutfağa gidiyor..
Oturduğum yerden görüyorum mutfağı...Gaz ocağını yakıyor. Bir süre pompalıyor Harlanınca cezveyi koyuyor ocağa...Kaşıkla kahve dolduruyor. su ekledikten sonra küp şeker ilave ediyor. Karıştırmaya başlıyor...Küp şeker erimedi ki, çay kaşıyla çıkarıp ağzında eritiyor ve tekrar cezveye koyuyor...
Kahveler geldi..Herkes aldı...Ben dokunuyor diye almadım..
Israr ediyorlar..'Kesin Dokunur kusarım şimdi diyorum' ve tehlikeyi atlatıyorum.
Nasıl içiyorlar höpürdeterek inanılmaz..
Lezzeti dilden geliyor zahar...
Gitme vakti geldi vedalaştık tam çıkacağımız anda..
Topal Kerimo Kalkamıyorum kusura bakmayın çocuklar üç gün evvel eve hırsız girdi..Namussuz herif benim protez bacağımı çaldı..Ne bok yiyeceğim bilmiyorum diyor...
Ben kendimi dışarı dar atıyorum... Bir gülme tutuyor beni...
Yolda bir kaç kez kahve güzel miydi diye soruyorum..
Yengem huylanıyor..'İkide birde neden aynı şeyi soruyorsun diyor'
Kahvenin yapılış hikayesini anlatıyorum..
Yengem öğürüyor...
Cimo'da tık yok..
E nede olsa akrabası...Belki de tükürüğü helaldir diyor..


27-Subat-2017

Şu Şefkat Bey gerçekten merhametli bir adam.

Şu Şefkat Bey gerçekten merhametli bir adam..
Hani karısının adı Sevgi olan...
Banka otururken, muhabbet sırasında benim 'sevgiye ihtiyacım var' deyip, canımı zor kurtardığım adam..
Sonradan bilmediğimi, bir kastın olmadığını söyleyip barıştığımız muhterem...
Öğlene doğru sitedeki parka gittim..
Hayriye Teyze oturuyordu...Gözleri kızarık, sulu suluydu. Elindeki peçeteyle kuruluyordu gözlerini..
Çok acı çekiyordu. Belliydi...
Yanına oturdum...Uzunca bir süre konuşmadı...Ben de cesaret edip, sesimi çıkaramadım..
Karşı banklardan birinde Şefkat Bey oturmuş, bizi izliyordu...
'Bir cigara ver' .'yak ta ver,ellerim titriyor' dedi..
Sigaradan bir kaç nefes çekti...Derin bir ah çekti. Başladı anlatmaya..
'Ankara'ya yetmişli yıllarda geldik. Çocuklarım küçük, kocam demir yolcu...Saime Kadında bir gecekonduya yerleştik..Eve peyderpey bir şeyler almaya başladık..Yoksulluk çok, ama mutluyduk...
Üç yıl sonra kocamı kanserden kaybettik. Kimse sahip çıkmadı akrabalardan.. Konu komşu kol kanat oldu bize...Ben evlere temizliğe gitmeye başladım...Bu arada çocuklar başarılı şekilde okuyorlardı..Yıllar geçti..Büyük oğlum mühendis, küçüğü de maliyeci oldu'dedi...
Sigarayı söndürdü. evinden getirdiği sudan bir kaç yudum aldı..
Bana yaşlı gözlerle bakarak, 'Bana bir cigara daha verir misin 'dedi. Yaktım bir sigara daha, bir de kendime..
Gözleri uzaklara daldı. Bir süre sessiz kaldı yine...
Çok yaralıydı ve endişeli olduğunu hissediyordum.
'Evlendi çocuklar...Önce çok iyiydik..Sonra, gelinler istemedi beni' diyerek konuşmasını sürdürmeye başladı.
'Bu evi tuttular bana,gelip her ihtiyacımı görüyordu çocuklarım. Ama son iki aydır hiç uğramadılar, hiç sormadılar..Evde hiç bir şeyim kalmadı. Karnımın açlığını bile unutuyorum, sıkıntıdan'dedi...
Ben de inceden ağlamaya başlamıştım...Yüreğimin üstüne bir şey oturmuştu, soluk alamıyordum...
Biz konuşurken Şefkat Bey dinliyordu.. Komşuyduk. Bir mahsur görmemişti Hayriye Teyze..
Evine gitti ve alelacele döndü Şefkat. Elinde kağıt kalem vardı..
Yanımıza oturdu..
'Hayriye Teyze, bak Ergun Bey ve ben de oğlun sayılırız. Şimdi senin ihtiyaçlarını temin ederiz' dedi. Benden de çok emin olduğunu anlamak zor değildi..
'Teyzenin itirazlarına kulak asmadan, ihtiyaçlar belirlendi'
Marketin yolunu tuttuk..
Epey bir şeyler yüklendik.
Bölüştük hesabı..Çıktık..
Yandaki pideciden bir de pide yaptırdı Şefkat..'Gazozu çok sever'dedim. Bir şişe de gazoz aldık..
Döndüğümüzde aynı yerinde oturuyordu...
Verdiğimiz pideyi nasıl yedi ağlayarak, can dayanmaz..Hele o çok sevdiği gazozu yudumlarken çıkardığı oh sesi, sanki unutturmuştu olup bitenleri...
Eşyalarını yerleştirdik... Mutluydu...
Çıkarken evden, siz de benim oğullarım sayılırsınız dedi İkimizi de kucakladı..Öptü...
Kapıya çıktığımda Hayriye Teyzenin acı dolu göz yaşları hala yanağımda duruyordu...


4 Mart 2017