13 Mayıs 2017 Cumartesi

Ilk kitap imzalama gunumden,,,






HALAM

1965 yılında
Belkide halamın zoruyla, haldeki tezgahı artık, pazar günleri ben açıyorum.Kazım Ağa zaten pazar günleri kapalı olduğundan, ona bir zararı yok. Bana sayılı yumurta ve bir kaç sandık limon veriyor. satılmayanları iade alıyor.. Kârını bana veriyor.. Bir hafta okulda harcamaya yeterli bir para..Rahatlıyorum...Birde fakir öğrenci var Osman K. ona da bakıyorum..Yetiyor...
Yemekler o zaman müşterek kaptan yeniyor. Herkesin tabağı ayrı değil.. Bol etli bir patlıcan yemeği.. Çatalıma batırdığım eti, tam ağzıma götürürken, öyle bir bakış atıyor ki enişte..
Öylece tabağın kenarına bırakıyorum. Sofrayı terk ediyorum.
''Allah belanı versin Kazım'' diye bağırıyor Naime Halam.. Kavga sabaha kadar devam ediyor.
Yatağın içinde sabahı sabah ediyorum...
Ertesi sabah saat yedide beni uyandırıyor. Kölesini halin kapısına yine dikiyor...Hiç pişmanlık göremiyorum yüzünde..
Hakkını yememek lazım. İlk defa pişmanlık ve hüznü Mutki İsyanında askermiş. Annemin köyü 'Batılmıs' dahil diğer köylerde, yedi yaşından büyük erkeklerin tümünü kurşuna dizdiklerini anlatırken görmüştüm.
Bir kaç gün sonra, gönlümü almak için Sümer Banktan bir Beykoz kundurası alıyor.Takoz gibi bir ayakkabı ama ayağım ısınıyor doğrusu... Bir tane de kaban alıyor. Yanımızdaki çarşıda bulunan elbiseci Albert Ustadan..Albert Usta beni seven bir Yahudi tüccar.. Ufak tefek, bembeyaz saçlı, yuvarlak gözlüklü, ufak tefek bir adam. Nasıl eziyet çektiğime şahit olanlardan biri...Kabanın biraz pahalısını veriyor. Kazım Ağa itiraz edince, ''O farkı ben karşılıyorum'' diyor...Hiç sesi çıkmıyor Kazım Ağanın..
Bir kaç gün geçtikten sonra da bir tel maşa Nacar Saat alıp, sanırım halamla barışı sağlıyor..
O yılı vukuatsız geçiriyoruz..
Ertesi yıl.
Halam Naime telefon ediyor hale.. Nasıl ağlıyor bir bilseniz, Ödümüz patlıyor.Biri öldü sanıyoruz...
''Askerlik şubesinden bir kağıt geldi. Beni askere çağırıyorlar. Yetişin '' diyor.. Kazım Ağa beni gönderiyor.
Doğru.. Nüfusta adı İsmet olduğu için, kayıtlarda bir hatadan dolayı asker kaçağı görülüyor...Tebligatı yapanlar, aslında 'Mevcutlu götürmeleri' gerekirken, bakıyorlar ayağı sakat bir kadın, askerlik şubesine gelmesini istiyorlar..
Askerlik şubesine taksiyle gidiyoruz.. Hıçkırarak ağlaması hiç kesilmiyor.. Taksici de hayretler içinde dikiz aynasından bizi izliyor.
İçeri girdiğimizde ''Ne vardı' diyor bir ast subay..
''Komando askerinizi getirdim'' diyorum. Yüzü asılıyor
''O ne demek'' diye bizi azarlıyor.
Durumu anlatıyorum. Herkes gülmeye başlıyor.. Naime Halam ağlamaya devam ediyor..
Albayın yanına götürüyorlar. Albay konuyu anladıktan sonra
''Sen üzülme'' öyle şey olur mu diyor..
''Biz gereken işlemleri yaparız' diyerek halamı sakinleştiriyor..
Eve dönüyoruz..
İşlemler devam ediyor. İş mahkemeye kadar götürülüyor..Sonunda askerlik macerası sona eriyor.
Naime Sultan rahatlıyor..
Ben sık sık 'Onbaşı İsmet' diyorum bir süre. Kızıyor..
Adı onbaşı İsmet kalıyor Keçiören semtinde..
Yaşam yine kaldığı yerden devam ediyor..
Köle her gün halin kapısını bekliyor yine...
DEvam edecek...

Çocuk ruhlu Ergun'dan dostlarima Bir armağan olsun...

Hastanenin bahçesinde bir bankta otururken gördüm onu...Sol elinde tuttuğu bastonuna dayanmış,başında gakkoş şapkası, beyaz gömleği ile ben Elazığ'lıyım diye bağırıyordu sanki...Ona doğru yürürken, ince bir yağmur atıştırmaya başladı...Şemsiyemi açtım. Onu da koruyacak şekilde yanına oturdum.
-Baba, gakkoş musan dedim..
-Yok menim ağam, men Kürdem dedi..
Sesi titriyor, ağlıyordu.
Göz yaşları, yuvarlanıp, önce sakalına,birikenler gömleğine damlıyordu..Beyaz mendiliyle gözünü sildi..Benim nereli olduğumu sordu. Öğrenince çok sevindi..
-Biz Rus'lar Bitlis'e girende, oradan kaçıp, Elazığ'a yerleşmişiz...Ben Elazığ'da dünyaya gelmişim dedi..
Adı İbrahim'di.
Israrla ağlamasının nedenini soruyordum..Cevap vermekten kaçınıyordu..
-Madem hemşehri çıktık, anlat bakalım derdini dedim..
'Brîndar dizanî derd-î brÎndare' deyince, ağlamasının şiddeti arttı. Beni sağ eliyle kucakladı..
Anlatmaya başladı..
İki yıl öncesine kadar Elazığ'da büyük kızı Fatma'nın yanında kalıyormuş. Hiç sıkıntısı yokmuş. Çok iyi bakıyorlardı bana dedi.
Kızım ölünce, damadım haklı olarak artık bakamayacağını söyledi. Ankara'ya yolladı beni...Üç torunumdan ayrılmanın hasreti yiyip bitiriyor beni dedi..
Haklıydı.. Emir geldi gözümün önüne, gerçekten ben de dayanamazdım...Çok acı verirdi...
Zaten çok duygusalım..Birlikte ağlamaya başladık...
Oğlu Mehmet sigorta eksperiymiş, gelini öğretmen, bir de küçük oğulları Emre Can...
Hele Emre Can da olmasa ben bir nefes alan ölüyüm dedi..
Peki tek başına ne yapıyorsun burada dedim..
Beni hastaneye kontrola getirdiler, buraya otur. Sakın bir yere ayrılma dediler, gittiler.
Terk edildiğini zannederek korku içindeydi. Endişesi büyüktü..
Hiç korkma, gelirler, gelmeseler bile, seni evime götürürüm. Seni böyle bırakır mıyım dedim...Nefes alması rahatladı..
On beş dakika kadar geçmiş, yağmur kesilmiş, güneş kendini göstermeye başlamıştı..
Oğlu ve karısının geldiğini görünce, ince bir çığlık attı..Çocuk gibi sevindi zavallı..
Tanıştık oğlu ve geliniyle
...
Buraya kontrola getirdik babamı, saat gelene kadar bari alış verişimizi yapalım diye düşündük. Cebine de telefon numarası yazdık, bıraktık dedi..
Onlar da Eryaman'da oturuyorlarmış..
On dakikalık bir işimiz var. Arzu ederseniz sizi de bırakırız dedi.
Memnun olurum dedim..
Arabada Oğluna bunların tümünü anlattı..
Bak siz gelmeseydiniz, beni evine götürecekti..
İşte hemşehrilik budur gibi sözler söyleyerek beni, yere göğe sığdıramadı...
Arabadan indim...
Elimi tuttu...
'Erê..Brîndar dizanî derdî brindare' dedi"..
Araba uzaklaşana kadar el sallamayı hiç bırakmadı..
Bütün bu dertliler, neden bana denk geliyordu..
Yazgı mıydı acaba..
Neyin nesiydi....
'Yaralı yaralının derdini bilir'di anlamı..


Şivan Perwer-Melike Demirağ, Birindar im

Kitabim ve Ben





bütün iyi kitapların sonunda
bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
meltemi senden esen soluğu sende olan,
yeni bir başlangıç vardır

 Edip Cansever


Kitabimi Kitap Yurdun'dan alabilirsiniz


Naime Halam....

Babamın kendinden küçük ikinci kardeşi Naime..
Genç kızlığında kalça çıkığını fark edemedikleri ve ömrünün sonuna kadar topal yaşayan ve beni ailede en çok seven kadın...
Babam Kasrik'te eğitmen iken hep beraberlermiş. O büyütmüş beni. İlk göz ağrımsın derdi bana..Ruhunu verirdi..
Çocuk sahibi olamaması,,bana beslediği sevgiyi bir kat daha artırmıştı kuşkusuz.
İsmet Paşa semtinde iki göz odalı bir evde oturuyorlardı. Amcam,ninem ve Naime Halam.
1953 yılında amcam evlenince..Artık o evde dört kişinin yaşaması imkansız hale gelmişti..Çözüm aramaya başlanırken, kendinden 35 yaş büyük bir talibi çıktı..Hemen verdiler halamı...
İstemeye geldiklerinde, hangisi olduğunu merak ettiğimden, anneme sorduğumda ön dişlerinden biri kırık olan demişti.. Öyle tanıyabilmiştim eniştemizi...
Kazım Ağa, Balıkçı Kazım veya Kızılbaş Kazım diye tanınıyordu.. Ulus'taki halin kapısında limon ve yumurta tezgahı vardı.. İnanılmaz para kazanıyordu.. Tabi bunu çok sonraları anlayacaktım...Bir de evlat edindiği Necati adında oğlu vardı..
Daha önce bahsettiğimi sandığım hoş bir anı var.. Yeri gelmişken onu da anlatayım.
( Daha nikah olmadan, bizi yemeğe çağırdılar. Bir tepsi baklava yaptırdı bizimkiler. Gittik. Tam kapıda tepsiyi benim elime tutuşturdular. Çıktı Kazım Ağa.. Elimden aldı. Tam gidecekken elime iki gümüş lira koydu...Hiç unutamam.. Büyük para..Yemek sonrası, meyve sepeti geldi ortaya. İçinde ilk defa gördüğüm muz da var. Aldığımla ısırdığım bir oldu.
Kazım Ağa ''O öyle yenmez diyerek, soyup bana yedirdi'.' Bir yandan da gülüyordu..)
Artık halamın ekonomik sorunu çözülmüştü.. Rahattı.
Ben sık sık uğrardım Hacı Bayram semtinde oturdukları eski Ankara Evine. Çok yardımı olmuştu okurken bana...
Yıllar su gibi akıyordu..Kazım Ağanın çocuğu olmazmış. O peşin söylenmeyen şey, bir süre sonra ufak tatsızlıkların doğmasına neden olsa da , çabuk unutuldu. Fazla konu edildiğini hatırlamıyorum. Ya da bize anlatılacak şeyler değildi..Haberimiz olmuyordu.
1961 Yılında Keçiören'de bir bağ evi alıp oraya taşındılar..İki katlı, betonarme bir ev.. Bahçesi meyve ağaçlarıyla dolu...
İki yıl geçti..
Orta üçüncü sınıfa giderken, oğlu askere gitti.
İnanılmaz çalışkan bir öğrenci. iken ben iki yılıma mal olacak kölelik yıllarım başlayacaktı. Olaylardan ve olacaklardan hiç haberim yoktu..
Necati askere gidince halin kapısına beni diktiler...
Sabah Gazi Lisesi orta kısmına gidiyorum. Öğlen çıkıştan akşam sekize kadar o inanılmaz ayazlarda paltosuz ve eski bir ayakkabı ile tezgahı bekliyorum. Limon ve yumurta satıyorum. 45 yaşımda Artrit hastalığına yakalanmamın sebebi de odur..
Orta okulu bitirip liseye başladım. Birinci ve ikinci sınıflarda kaldım tabi..Derse ayıracak hiç zaman bırakmamışlardı bana..
Akşamları soğuktan yarılmış, kanayan ellerime krem sürüyordu Halam. Sessizce ağladığını çok defa görüyordum..
Yapacak pek bir şeyi de yoktu zavallının...
O askerlik süresi boyunca, ben bir köleydim.
Bitince kölelikten kısmen kurtulabilmiştim.. Daha rahat bir ortam oluşmuştu ama, ücretsiz işçi pek hoşuna gitmişti Kazım Ağanın, bir türlü bırakmıyordu beni...
Ailemin çok yoksul olması da, buna destek verir gibiydi..
Neyse ki zorluğun büyük kısmını atlatmıştım...
Gelen günlerde neler olacaktı..
İşte onların anlatımı da gelecek sefere...

Sık rastlanan acılar..

Evvelsi gün
Kardeşim Erol akşam yemeğine çağırdı. Hazırlanıp metroya doğru yürümeye başladım. Hava aniden bozdu, inanılmaz bir yağmur boşaldı Ankara'ya.. Bir hayli ıslanarak bir çardağın altına sığındım. İki yaşlı kadın oturuyordu. İzin isteyerek, ben de bir kenara iliştim. Yüksek sesle konuşuyorlar. Umursamıyorlar beni. Sanki kırk yıllık tanıdıklarıydım..
Biri seksen yaş civarında. Modern giyimli. Saçını toplayıp file geçirmiş. Eflatun rengin ilk bakışta kendini öne çıkardığı, bir de fular takmış. Hoş, zarif bir kadın.
Diğeri yaşça daha küçük, çok hoş gülüşlü, dişleri pırıl pırıl, güzel bir baş örtüsü takmış bir kadın..Birazda kilolu.. Metro ile Kızılay'a gideceklermiş. Hiç bilmiyorlar Eryaman'ı bana bir kurtarıcı gibi bakıyorlar. O tarafa gideceğimi söylüyorum. Rahatlıyorlar.. Yağmur tüm şiddetiyle devam ediyor. Gitmemize imkan vermiyor.
Yaşlı olan ''Üç çocuğum var. Üçü de erkek, meslek sahibi'' ''Eşim on yıl önce öldü. Dış işlerinden emekliydi, ondan aldığım emekli maaşım var'' diyor.'' Lakin çok ıstırap çektiğim günler oluyor, çaresiz ve terk edilmiş gibi hissediyorum kendimi'' diyor..
Diğer kadın nedenini soruyor.
''Üç ayda bir aldığım maaşa karşılık bakıyorlar bana. Kim üç ay bakarsa onlar alıyor maaşımı. Sonra sırayla diğerlerinin yanına gidiyorum'' diyor.. İçim acıyor. Dehşet içinde dinliyorum...Konuşmaya dilim varmıyor..
Ve ilginç bir şey söylüyor..
''Bir anne, baba yüz çocuğu olsa bakar da, yüz çocuk bir anne veya babaya bakmaz'' diyerek kestirip atıyor..
Bu kesin yargı onun çektiklerinin bir yansıması, diyorum içimden..Yoksa ne çocuklar tanırım, anne ve babalarını yere göğe sığdıramazlar...
Diğerini iki çocuğu varmış. Bir kız bir oğlan..
''Kızımın yanında kalıyordum yıllardır, Çocuklarına bakıyordum. Çocuklar büyüdüler..Artık bakılacak durumları kalmayınca, evde bir fazlalık olduğumu hissettiriyor damadım''diyerek, Ağlamaya başlıyor..
''Geçen gün kızımla tartışıyorlardı. Kulak misafiri oldum. Damat ille bir Huzur Evine bırakılmamı istiyordu. Kızımın itirazlarına rağmen, hiç geri adım atmıyordu. Bir kaç gün geçsin bu teklifi kendim yapacağım, aile saadetleri bozulmasın diye'' Diyor.
''O yıllardır bakıp büyüttüğüm torunlarım bile hiç tepki vermiyorlar En çok ona kahırlanıyorum'' diyor.
''Oğlum da hele hiç hayır yok''. Diyor. Devam ediyor ağlamaya...
Orada iyi bakarlar mı Abla diyor diğerine ,sesindeki korkuyla......Hiç sesi çıkmıyor Ablanın... Söyleyecek laf bulamıyor belki de...
Yağmur taneleri tek tük atmaya başlıyor. Kesildi sayılır artık. Havada hoş bir toprak kokusu.. Geride kalan... Kalkıp metroya yürüyoruz birlikte..
Bindikten sonra her durakta telaşa kapılıyorlar bu defa.... Nerede ineceklerini bilmediklerinden.
Bakın ''Herkesin treni boşalttığında ineceksiniz, karşı perondaki trene bineceksiniz. Ve herkesin treni boşalttığında tekrar ineceksiniz. İşte orası Kızılaydır diyorum....
Yolculardan bir kadın.. İşte bu kadar güzel tarif edilir diyor, yanındakilere...
Batı Kent'te indiğimizde.. Karşı trene bineceklerini söylüyorum tekrar...
Ve yol arkadaşlığımız sona eriyor..
Geride ben tek kalıyorum...
İçimde biriken hüzünle..

FILLE..

Götüreceğim eşyaları poşetledim.
AVM nin yanına kadar taksiyle gittikten sonra, patika yola girdim.
Poşetlerin birinde çok kullandığım iki ayakkabı, diğerlerinde oğlum Baran'ın kendisine dar gelen pantolon, gömlek, kazak ve tişörtleri var. Ali Rıza'nın babası Cemal'e uyacağından eminim.
Yol daha da güzelleşmiş. Leylak kokuları insanın içine işliyor,
Baharın, yeniden dirilişin bir hatırlatması olduğunu düşündürüyor. Kavak pamukçukları yola sanki kar yağmış gibi bir özellik katmış. Küçük kır çiçekleri , geçerken sevinçle el sallıyorlar, biraz da sanki utanıyorlar.
Karşıdan bir çocuk geliyor. Elindeki sopayı ağaçlara sürte sürte, bir de ıslık tutturmuş. Bir türkünün melodisi ama bulamıyorum.
Geçerken ara veriyor ıslığına ''Merhaba Amca'' diyor..Hoşuma gidiyor.. Büyümüş bu çocuk diyorum kendi kendime.
Evin bahçesinde Cemal, beni görünce. Elindeki sigarayı ne yapacağını şaşırıyor.''İçebilirsin'' diyorum. Şark terbiyesi kendini gösteriyor. ''Olur mu abi ''diyor. Üstelemiyorum.
Paketleri alıyor elimden. Karısına sesleniyor. Kapıya çıkıyor kadın. Elimi öpmeye yelteniyor..''Ben kimseye el öptürmem, çocuklarım dahil diyorum. Rahatlıyor.
Tahmin ettiğim gibi giyecekler ve ayakkabılar Cemal'e tam uyuyor.. Hatta küçük bir defile sunuyor bize.. Kadın inceden, inceden gülüyor..
Ali Rıza, ablasına yemek götürmüş. Şimdi neredeyse gelir diyorlar..
Çok boş ve eşyaları eski tam bir fukara evi...Çok eski bir televizyon ve başlıklı karyola ilk bakışta dikkatimi çekiyor...Onlardan daha iyi gözüken bir de buz dolabı var..
Yerde Kars işi kilimler, desenleriyle insana huzur veriyor.. Beni tam altmış yıl gerilere götürüyor... Bir an düşünüyorum, Bizim evin yanında bu ev bir zengin evi gibi duruyor..,''
Uzaktan beni görünce koşmaya başlıyor Ali Rıza..Sarılıyor bana, yanaklarımı öpüyor. Ben de onu..
Yanıma ilişiyor, hiç kalkmıyor. İkide bir dönüp sevgiyle yüzüme bakıyor ve biraz daha sokuluyor.
Bir süre sonra babası ''Hadi sen git oyna, dedeni rahat bırak'' diyor. Tam ben müdahale edecekken, sana söyleyeceklerim var. Diyor.. Bir şey diyemiyorum.
Başkasından duyarsan hakkımızda kötü düşünürsün diye söze başlıyor. Merak ediyorum, bu esrarengiz durumu..
''Bu mıntıkada bir çok hemşehrim var, birinden duyacağına kendim açıklamak durumundayım ''diyor. Daha da meraklanıyorum şimdi..
Biz köyün dönmeleriyiz ''Fılle''yiz yani diyor..
Babamın babası, yani dedem, Müslümanlaştırılmış Ermeni'lerden biridir. Diye devam ediyor.
Köylümüz müteahhit de aynıdır.. O da dönmedir..Hatta babası köyün imamıdır abi diyor. Buz gibi kesiliyorum...Yadırgadığımdan değil, insanın insana yaptığı zulümden...
Müslümanız Elhamdülillah..Fakat kurtulamıyoruz eski kimliğimizden, köyde mezar yerimiz bile ayrıdır. İki cami vardır köyde.. Bizimkine gelmezler.. ''Gavur İmamın arkasında namaz kılınmaz'' derler...
İmam maaşsız hizmet verir. Biz onun iaşesini temin ederiz. Diyor.
Müteahhitin bize düşkünlüğü de bu nedendendir diye ilave ediyor..
Benim için hiç önemi olmadığını,hepimizin kardeş olduğumuzdan falan bahsediyorum. Kavruk adamın gergin yüzü giderek rahatlıyor.. Ve kalkıp kucaklıyorum onu.. Sen benim kardeşimsin, Ali Rıza'da torunum.. Söyleme cesaretini de alkışlıyorum senin diyorum..
''Benim Ermeni, Süryani, Rum, Kürt , Yahudi Türk, Ezidi bir çok arkadaşım var...Yok birbirimizden farkımız Cemal, hepimiz kardeşiz..Bizi birbirimize düşman eden, kirli politikalar ve çıkarlardır. Bunu sakın unutma diyorum.
Gözünün içi gülüyor. Hem o hem de ben rahatlıyoruz...
Artık gitme zamanım geliyor..
Kucaklıyorum baba oğulu...
Sarılıyorlar...
Yine yanaklarımı öpüyor Ali rıza...Yine gel dede diyor...
Patika yoldayım yine..Yürüyorum...
Bu defa ben bir memleket türküsü tutturuyorum inceden..
Liverimin kaytani
Sen geldin, yarim hani
Benim sevenim çoktur
Candan sevenim hani...

Tuhaf bir toplum..

Bu toplumda hastalık haline gelmiş, ve tedavisi henüz keşfedilmemiş bir gariplik var.
Kolaycılık ve kestirmecilik...
Bir yerden bir yere giderken ilk sorunuz genellikle ''En kestirme yol hangisi acaba''diye sorarız.
Biri ya ''Eryaman çok kötü bir semt''diye ahkam kesse.Sorarsın ''Gördün mü kardeşim''.''Yok arkadaşım görmüş''der.
Ya hu kardeşim. Arkadaşın belki şaşıdır, belki zevkleriniz farklıdır neden böyle karar veriyorsun desen küser. Seni Facebook arkadaşlığından hemen atar.
Komşunun baş ağrısına gelen ilacı,ertesi gün doktora yazdırmaya gideriz. İşin ilginç yanı doktor da kolaycıdır ve kestirmecidir. İlacı hemen yazar.
Ülkede bir istisna vardır. Taksiciler onlar kestirmeci değil, kolaycıdırlar.. Yolu uzatarak,parayı kolay kazanmanın yolunu tespit etmişlerdir.Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Neden mi yazdım buraya kadar...
Şimdi, bizim ülkemizde kitap okuma alışkanlığı yok. E kitap okumak, hele ki, sistematik ve çapraz okumak herkesin harcı değildir. Zahmetlidir.
Okuyanları imtihan eden çeşitli odaklar oluşur...
'Hasan mı. O Marksizmi bilmez''
Hüseyin. ''Onun daha 'Dönek Kautsky'den haberi yok''.
Naciye ''Onun da 4. Duma'daki Melinowsky'nin Çar'ın ajanı çıktığından habersiz''diyen ve eleştiren. öğretmenler giderek çoğalır..
Dünyayı yutsan bir şeyi bilemediğin zaman, karşındakinin senin hakkındaki düşüncesi hemen değişir.
Sarımsaklı'da Erol Türker'in sorduğu bir şeyi bilememiştim. Bana ''Sen de bi bok bilmiyorsun '' demişti. Hiç unutmam. Dostluğumuzun son cümlesi olmuştu bu.
Yakın arkadaşlarım bilir. Hiç bir konuda iddialı ve yeterli değilimdir..Daha doğrusu tek kanala sokamam kendimi...Araştırmalıyım, sorgulamalıyım.
Din milliyetçilikte bu zorluk neredeyse sıfırdır.
Dört beş sure, Kelime-i şehadet, İslam'ın şartı bilindiğinde
Diğerinde 'Ben milliyetçiyim'' diyerek kafa tokuşturduğunda iş biter. Kolaydır..Sırtın sıvazlanır. Sen hak ettiğin yere gelmişsin demektir.
İşte bu kestirmecilik ve kolaycılık, bizi kitap okumayan gençlerimizi kendine hızla çekmektedir..
Genç kızlarımız, başını örtüp, namaza niyaza başlayınca ve kısmeti çıkıp evlenince tüm yaşamın sırlarına çözmüş ve cennetin kapılarında olduğunu kabul eden bir algıyla şekillenmişlerdir
Gözleri öyle bağlanmıştır ki...
Bir tavuk hükmünde olduklarının farkında bile değildirler..
Biliyorsunuz..
Tavuk su içer.. Başını kaldırır Allah'a bakar..

Beni duyuyor musun? Kitabim

karşı koymazsak eğer
tehlikededir günlük ekmeğimiz
bacamızın tütmesi tehlikededir
evimiz, aşkımız, çocuğumuz
pencerede saksı
kitap sevgisi, insan sevgisi
tehlikededir.
gözlerini ölüm bürüdü onların
uyumak, uyanmak tehlikededir,
tehlikededir çiçek koklamak
bardakta su, ateşte yemek
bahçede güneş tehlikededir.
Tehlikededir göz bebeklerimiz
______________ Arif Damar
.
Sevgili Ergun Kuzenk ağabeyimizin anılarını içeren "Beni duyuyor musun?" adlı eserini okuyalım, okutalım.

Deli Hidayet...

Gecenin bu ilerlemiş saatinde, uyku tutmuyor beni. Alıp götürüyor yine çocukluğuma.
Ve önümden geçiyor birer birer hatıralar. Kimine gülüyorum. Kimi hüzünlendiriyor yine.Bir koşu Altındağ'a çıkıyorum. Önce Taş Ocaklarını görüyorum tüm haşmetiyle. Sonra ağır adımlarla Atıf Bey'deki evimize geliyorum. Çevreye bir göz attığımda. Ayaşlıların evini, yanında İlk okul arkadaşım Abdülkadir'lerin oturduğu yıkıldı yıkılacak gibi duran evleri ve Hidayet Teyzelerin oturduğu ,sıralı bir çok evin bulunduğu geniş bir avlu...
Deli Hidayet bu hikayenin kahramanı olmaya hak kazandı bu gece..
Tokat'ın Reşadiye İlçesinden kopup gelmişler Ankara'ya. Bizden çok önceleri..Yoksullukla üç çocuk büyütmüşler..Sevinç en büyükleri. Sonra oğulları Behiç ve küçük kızları Sevil.. Tabi bunların hepsi yetişkin.
Sevinç Ablanın kafası sola eğik. Doğuştan bir boyun derdinden. Behiç üniversite mezunu maliyede çalışıyor. Sevil Abla içlerinde en güzelleri..
Babaları Kasım Amca az konuşan, herkese sevgiyle bakan, devamlı takım elbise giyen ve kravatlı bir klasik memur tipinde biri..
Hidayet Teyze veya annemin çok sık söylediği şekliyle 'Deli Hidayet' kavruk, kısa boylu, karga burunlu, çok esmer bir kadın.
Her ne hikmetse baharda sular coşunca bunun deliliği tavan yapıyor. Aynı şeyi Bitlis'te de görmüştüm. Dayımın gittiği berber Metin Deredeki sular yükseldiğinde çıldıracak hale geliyordu..Sebebi nedir tarafımdan bilinmez.
Annem bazen yapamadığım derslerim için yollardı onlara beni.. Behiç hiç oralı olmaz, Sevinç genellikle yorgun olur. İş sevecen bakışlı Sevil'e kalırdı. Hiç üşenmezdi..Ders bitiminde kapıya kadar gelir. Küçük bir öpücük kondurarak beni evime gönderirdi..
Çocukluğumda camiye çok götürürlerdi. Özellikle Ramazan ayında camileri dolaşır, nerede çok sevap varsa ! oralarda teravih namazı kılardık. Gitmemiz için öyle kandırırlardı bizi..Arkamızdan ''Aman ayakkabılarınıza sahip çıkın çalarlar' diye de tembih ederlerdi.
İşte bu cami dolaşmalarımızın birinde Hacı Bayram Camiindeyiz.
Üst kat kadınlara ayrılmış. Fakat yarısı perdeyle bölünerek erkeklerin bir kısmını da alacak şekilde düzenlenmiş. Ramazanda erkek sayısının fazlalığından.
O zamanlar dindar insanlar pek sevimli, saygılı, sevgiyle bakan, bir birini kırmamaya dikkat eden, merhametli ve hatta çok yardım sever insanlar topluluğuydu..
Ben yukarı kattayım. Sağda büyük bir perdeyle kapatılmış bölüm var. Kadınlar orada..
Teravih başladı. Hoca 'Allahû Ekber' dedi. Milletten aynı tekbir sesi geldi. Arkadan bana yabancı gelmeyen bir kadın sesi ''Babanızın ağzına sıçayım' diye bağırdı. Namaz yoğun gülmeler arasında bozuldu. Biz çocukların kahkahası hele hiç bitmiyor. Hoca ve müezzin gelip müdahale ettiler. Kolundan tutup Allah'ın evinden de atamıyorlar. Dedim ya o zamanlar din farklı konumda..Bir daha bağırmayacağım sözü üzerine tekrar namaz kıldırmak üzere geri gittiler.
Hoca 'Allahû Ekber' der demez, arkadan aynı ses ''Babanızın ağzına sıçayım diye tekrar bağırdı.
Cami içinde bir kahkaha tufanıdır gidiyor.. Herkesin sinirleri boşaldı. Gülme krizine girdi millet
Baktım Hidayet Teyze..
Yanına kadar gittim. Gözleri pörtlemiş, beni hiç tanımadı.
Bu sahne en az dört defa tekrarlandı.
Söz veriyor.
Namaz başlıyor.
Arkasından ''babanızın ağzına sıçayım''lafı çınlıyor cami içinde. Namazı bırakan gülmekten yerlere yatıyor. Katılanlar oluyor.
İşte Deli Hidayet o gün Türkiye tarihinde bir ilke de imza atmış oluyordu..İlk defa bir camide o gün teravih namazı kılınamıyordu..
Bizde sevaptan nasiplenemiyor, fakat gülmekten nasibimizi çok fazla alıyorduk
Nurlar içinde yat sen..Deli Hidayet Teyze..

İSHAL..

Topal Kerimo'yu hatırlarsınız. Hani hırsızın protez bacağını çaldığı adam. Ağabeyi babamın eniştesiydi. Babamın halası Zekiye'nin kocası. 1950 yılında Ankara'ya geldiğimizde Hacettepe'deki evlerinde bir ay kadar bizi misafir etmişlerdi. Gerçi Zekiye Hala yıllar önce ölmüş, Abdülhakim'in enişteliği hala sürüyordu. Oysa ki Siirt'li bir kadınla evlenmişti.. Kadın da konuksever, iyilik timsali biriydi.
Abdülhakim Bitliste yaşadığı yıllarda katırcıymış. Çok kuvvetli bir adamdı. Zaten iki metrenin üzerinde boyu, ve çok iri vücuduyla devasa bir heykel görünümündeydi. Seksen kiloluk 'Deve Telislerini' tek başına kaldırıp, katıra yüklemesi başlı başına adamın hakkında verilecek en iyi bilgiydi.
Kendisi anlatmıştı: Bir gün Duhan civarında o dönemin en ünlü eşkiyası Davazo buna bir kayanın başından seslenir.
'Abdülhakim gel yemek hazır der. Katırlarını bir yere bağlar ve yukarıya çıkar. Yemek bir lengeri pilav ve üstünde otuz kadar kızarmış kekliktir. Tümünü ikimiz yedik demişti. Başka bir gün de kızarmış bir koyunu yemişler ikisi. Yemin ederek anlatıyordu.
Öldüğü zaman Keçiören'de bize yakın oturuyorlardı. Tabuta sığmamış, arka kapak yerinden sökülmüş, ayakları boşlukta götürmüşlerdi.
Çocuktuk heybetinden korkardık onun. O otururken insanlar ayakta ise, hemen hemen aynı boyda görünürlerdi.
Bu karı kocanın Ankara'da başlarına gelen bir olay hikayenin ana konusudur.
Kızılay'dan Keçiören otobüsüne binerek evlerine giderlerken, Ulus civarında karınları burulur. Barsaklarında hareketlenme başlar. Bir karın ağrısı tutar bunları. Daha Dışkapı durağına gelmeden ikisi birden altlarına sıçarlar.
Otobüs durur. Millet kokudan kendilerini dışarı atar. Bu inanılmaz koku etrafı sarar. Kimse bunlara yanaşmaz. Bunlarda oturdukları yerden o utançla kalkmazlar. Oturdukları bölüm bok içindedir.
Şoför EGO'yu arar amirlerine durumu anlatır.. Başka bir otobüs tahsis edilir yolculara.
Bunlar hala otobüste kıvranarak, sıçmaktadırlar.
Biri akıl eder ambulans çağırırlar..
Ambulans gelir ama kokudan yanlarına gitmek mümkün değildir..
Büyük naylonlar bulunur. Bunları adeta paket yaparlar, ve ambulansın arkasına yatırırlar. Yolda giderlerken ambulans kaza yapar Bent Deresi civarında.. Şoför ve hemşire hafif yaralanır. Şoför ifadesinde, midesinin bulandığını, başının döndüğünü söyler..
Yeni gelen ambulansa aktarırlar bunları. Koku şiddetini giderek artırmaktadır.
Numune Hastanesine geldiklerinde, acilde bekleyen hastalar ve yakınları kaçacak delik ararlar.
Yatırırlar bunları..Tüm personel maskelidir artık.
Bir hafta kalırlar hastanede.. Dünya kadar serum ve ilaç verilir bunlara..
Neyse düzelirler..Taburcu edildiklerinde geçmiş olsuna gittik ailece.
Bu olayı kendileri anlattılar.. Gülüyorlardı .
Hem de ne gülme...
Babam niye anlatıyorsun enişte, kim duyacak ki dediğinde
Cevabı bir Bitlis deyimiyle
Ke oğul bizim osuruğumuz seslidir. Merak etme yakında bunu ta Bitlis'ten duyarlar
Yani dedikodusu çabuk yayılır demek istemişti.
Rahmet olsun ikisine de..

Neden hep annesini anlatıyor

Neden babasından çok az bahsediyor diyenleriniz olacaktır..
Hakları da yok değil..
Annem isyankardı, kavgacıydı, haksızlığa hiç gelemezdi..
Babamla amca çocuklarıydı..Babam yedi yaşında yetim kalmış beş çocuğun en büyükleriydi. Annemin babası, o zaman bir söz vermiş büyüyünce Kadriye'yi Hikmet'le evlendireceğim diye, sözünden de dönmemiş..İstemeye istemeye evlenmiş annem..Hiç bir zamanda sevemedi, sevmedi..
Adını hiç demezdi...'Devleto' koymuştu adını..Bu nereden çıktı dediğimizde de alaycı bir edayla başıma konan devlet kuşu bu derdi.
Erol doğduktan sonra, 34 yaşında terk etti yatağını.. Açık açık bize ..''Artık bana haram olsun' demişti. Dediğinden de geri adım atmadı..Babam aile büyüklerinden torpil yapmaya kalktı. Başarılı olamadı..
Silik bir şahsiyetti babam, Dünya umurunda olmazdı..Bencildi..
Annemin bana ''Kocam olmasa, el aleme rezil olmasam, bunu günde üç posta döverdim'' dediğini çok net hatırlıyorum.
Annem Topraklık Dolmuşunda başını kasten omzuna koyan ve ikaz ettiği halde tekrarlayan birinin kafasını camdan dışarıya çıkarıp, kan revan içinde bırakmıştı..Polisleri hiç sevmezdi...Bir gün yolda giderken düşmüş, yardım etmeye gelen polise, ''Çekil elini bana sürme'' demişti..Tabi polis buna bir anlam verememişti.
O bir Spartalı'ydı... Zulme direnen, mazlumun yanında, merhametli bir kadındı...
Bir başka hikayede anlatmıştım.
Ölünceye kadar gözünden bir damla yaş geldiğini hiç görmemiştim.
Ta ki, yoğun bakımda, ölmek üzereyken elimi tutup baktığını ve gözlerinden damlaların aktığına ilk defa şahit oluyordum.
Babamı, amcamı kanserden kaybettim.
Annem by pass olduğunda, bir daha ayağa kalkamadı.
Günlerce diyalize alındı.Yoğun bakımda kaldı.. Dikiş tutturamadı. Ve rahmetli oldu.
Okur yazar değildi..
Tüm ülkelerin başkentlerini bilir . Saydığında Bitlis şivesi nedeniyle çok gülerdik..
En ilginci ise, devletleri sayarken, Brezilya'ya 'Rezilya' demesiydi.
Onu çok özledim...
O bir efsane kadındı...Nurlar içinde yatsın..

KANİŞ..

1966 yılıydı sanırım.
TED Ankara Koleji önünden geçerken, çocuk devrimci babasına bahçedeki çocukları göstererek.
''Baba bak küçük burjuvalar'' demişti..
Bu gün yine okula giderken parkın içinde, küçük bir kız çocuğu, annesine beni göstererek ''Anne bak büyük kaniş'' dedi..
Çocuğun haklı olduğu şey benim sakal ve bıyık yüzünden ağzımın bile gözükmeyişi idi..
Kadın büyük bir utanç içinde ''Sizden özür dilerim '' dedi.
Özür dilemeye hiç hakkınız yok dedim.
Şaşırdı..
Çocuğun hayal Dünyasına müdahale etmeyin. Çocuğun yaratıcılığını yok etmeyin dedim..
Hiç ses çıkaramadı..Dinliyordu..
Hepimiz bu tür şeylerle günlük hayatımızda karşılaşmıyor muyuz dedim..
''Nasıl yani ' diye sordu.
Siz hanımefendi..
Bakışı rahatsızlık verene, domuz gibi bakıyor..
Çok iri bir adama 'Ayı gibi'
Çok uyuyana 'Manda gibi yatmış, devrilmiş'
Hoşlanmadığınız bir sarışın kadına 'Sarı Çiyan'
Dişlek birini gördüğünüzde 'Fare dişli'
Çok yemek yiyene 'Öküz gibi yiyor'
Ah o var ya o 'Ne yılandır' gibi laflar etmiyor musunuz..
İşte sizin medresenizde öğrenim gören çocuk bu tedrisatın meyvesinden esinlenerek bunu söylüyor dedim..
İyice dağıldı,geciktik dedi. Ayrıldı
Sonra düşündüm.. Hayale daldım. Evine gittiğinde, bunu kocasına kesin anlatacaktı..
Kocası 'Aman hanım, dikkat et bu meczuplara, saldırgan olabilirler' diyecekti..
Adamın meczupluk iddiası yerine
Büyük Kaniş bana daha cazip görünmüştü doğrusu...
Sen çok yaşa küçük kız..
Kocaman, güzel, ve aklı başında bir anne ol...

Bir yaşam öyküsü

Lâlahan'dan Kayaş'a kadar billur gibi akan Hatip Çayı Ankara şehir merkezine girdiğinde boklu bir dereye dönüşürdü.
Dışkapı civarında geniş bostanlar yer alırdı..'Kazık içi Bostanları'
Her ihtiyacımızı oradan alırdık çocukluğumda.
Yola yakın ve dere kenarında, badem ağaçları arasında Ankara'nın ilk açık hava sineması olan 'Dumlupınar' vardı..
Dayımla ben çok sık giderdik bu sinemaya..
Bostanların bulunduğu bu geniş alanın doğru dürüst yolu hiç yoktu.. Yağmurlu günlerde ayakkabılar kırmızı çamura saplanır, kurtulmak bir mesele halini alırdı..
İki Bitlis'li hemşehrimizin evi bu bostanların arasındaydı.
Biri ünlü Eşkiya Feto'nun oğlu Yunus'un
Ailem Yunus'tan pek hoşlanmazdı..Oğlancı olduğu söylenirdi..Hiç görüşmezdik..
Diğeri ise Samanpazarı'nda süpürgecilik yapan Neşet Amcanın...
Neşet Amca ve karısı Münife hoş insanlardı. Dindar, kendi halindeydiler, misafiri de çok severlerdi..O yüzden sık giderdik evlerine...
Amca kısa boylu, Münife teyze çok uzun boyluydu. Siyah kalın gözlükleriyle kör kemancıları çağrıştırırdı bana. Çok gülerdim.
Bitlis'in Taxşut semtindendiler..
Evlendiklerinde Bitlis'te, birinin çok kısa, diğerinin çok uzun boylu olması bir tekerlemenin doğmasına neden olmuştu. Ve bu yüzden de şehri terk edip Ankara'ya adeta kaçmışlardı.
'Münife uzun, Neşet kısa'
'Mehle düştü kısa fısa'
Tüm milletin dilinde bu olunca sokağa bile çıkamıyorlardı
Yani Biri uzun biri kısa, mahalle düştü dedikoduya diyorlardı. Bitlis şivesiyle..
Hatırladığım bir olayları da, Münife Teyzenin annesi gelmişti Bitlis'ten. Çıkrıkçılar yokuşunda bir mağazaya girmişler..
Annesi sütunda bulunan aynada kendini görünce konuşmaya başlamış.. Münife Teyze ne yapıyorsun anne dediğinde..'Bir hemşerim gelmiş onunla konişirem ' demişti...
Çocukları olmuyordu..
Yıllarca bunun acısını yaşadılar. Sonunda Necla adında bir kız çocuğunu evlatlık aldılar.
Nasıl bir sevgi ve fedakarlıkla onu büyüttüler bilemezsiniz..
Yemediler yedirdiler. Giymediler giydirdiler.. ruhlarını verdiler kıza.. Demet Evler semti yeni kurulmuştu. oradan tek katlı bir ev alıp Necla'nın üstüne yaptılar.. Aynı çevreden bir kaç arsa da aldıklarını söyleniyordu..
1960 lı yıllarda araba almak, her babayiğidin harcı değildi,,
Kıza bir de Ford marka araba da aldılar...
Kız evlenme çağına geldi..
Muhteşem bir düğün yaptılar sevgili kızlarına..
Buraya kadar iyi giden hayatları, bir anda kâbusa dönmüştü.
Kız evlendikten bir müddet sonra, bu zavallı Dünya iyisi insanları kapı dışarı etti.
Bir anda her şeylerini kaybettiler..
Neşet Amca kalp krizi geçirip öldü..
Saman Pazarı'ndaki dükkanları yok pahasına satıldı.. Borçlarının bir kısmını zor ödedi Münife Teyze
Viraneye döndü...Bir yakınlarının yanına .sığındı. Bir kaç yıl sonrada öldü...
Doğa sanki intikam peşindeydi.
Ford arabayla Antalya'ya tatile giderlerken, beş takla attılar.
Kocası ve Necla hayatlarını kaybettiler..
Hayret edilecek bir şeydir ki.
Küçük çocuklarının ise burnu bile kanamamıştı...

Öğlene doğru

Sözümü tutmak için yola düşüyorum.
AVM nin yanındaki patikadan yürüyorum.
Ali Rıza'nın beyaz badanalı evi uzaktan görünüyor..
İçimden dua ediyorum evde olsunlar diye.
Elimde poşette çok beğendiğim bir tişört var..
İki tanede soğumasın diye çıkarken yaptırdığım sucuklu tost kutusu.. Ali Rıza'nın çok sevdiğinden..
Yolun iki yanı ağaçlık..Leylaklar açıp açmamaya kararsızlar sanki..Beyaz çiçeklerini dökmeye başlamış kayısı ağaçları...
Bir de kavaklar...
Ev uzaktan yakın gözükse de, yürüdükçe sanki uzaklaşıyor.
Adımlarımı sıklaştırıyorum.
Bahçelerden köpek sesleri geliyor...
Nihayet eve geliyorum.
Kırık dökük bir fukara evi..Bakımsız..Bahçede yığılı inşaat kalasları, dikkatimi çeken bir tandır ve kapkara sacıyla bir ocak..Ekmeği kendileri yapıyorlar sanırım...Bu onu gösteriyor.
Kapıyı bir adam açıyor.
Kavruk, yüzü süzülmüş, küçük çeneli ve kirli sakallı biri...Biraz tedirgin..
Kendimi tanıtıyorum...Ali Rıza'nın dedesiyim deyince,
bahsetmiş olacaklar ki , gülerek ''Hoş geldiniz' diyor.
Ali Rıza birazdan gelir, ablasına yemek götürdü diyor.
Adı Cemal...İnşaat işçisi...Kars'tan yeni dönmüş.. Baş sağlığı diliyorum. Şaşırıyor..Ali Rıza anlatmıştı diyorum..
Çalıştığı iş yerinde henüz işe başlatmamışlar..Gidince yerine geçici birini almışlar.
Müteahhit köylüsüymüş..Endişe etmiyor..''Çok iyi bir adamdır. Yerime işe aldığı işçi ayın yirmisinde gidecekmiş, onun gitmesini bekliyor. Hatta geldiğim gün iki yüz lira harçlık verdi.. Çocuklar aç kalmasın diye de sıkı sıkı tembih etti diyor''
''Bize gerçekten babalık yapıyor elinden geldiğince diye devam ediyor. Evin kirasını, elektrik ve suyu da o öder..Kışın yakacağımızı kamyonla gönderir diyor..
''Sağ olsun ''diyorum...Çok seviniyorum..
Uzaktan Ali Rıza ve annesi olduğunu tahmin ettiğim kadın geliyorlar..
Beni görür görmez koşuyor..Nasıl sarılıyor, hayret edersiniz..
Tam dün söylediğim gibi. 'Dedeciğim'' diyerek, boynuma dolanıyor ve uzun süre ayrılmıyor.
Gözlerim doluyor, boğazım düğümleniyor, ses çıkaramıyorum...Başını okşuyorum sessiz sedasız..
Tişörtü çıkarıp giydiriyorum...Kendi elimle tostlardan birini yediriyorum.
Annesi ağlamaklı gözlerle '' Hoş geldin abi ''diyor...
Hal hatır sorduktan sonra eve giriyor..
Biraz sonra tepsiyle çay geliyor, lavaş ekmek ve yanında Kars Kaşarı ikram ediliyor..Nasıl da severim Kars'ın eski kaşarını, doymak bilmem..
Kars'ta kendileri yapıyorlarmış..
Malakanlar'dan öğrenmiş dedelerim diyor Cemal..
Bize süt ürünlerinin yapımını ve tarımı onlar öğretmişler, ama ne yazık ki çekip gitmişler sonraları diyor..Sebebini bilmeden..
Ali Rıza ikide bir tişörtünü çekiştirip bakıyor..Çok mutlu olduğu her halinden belli..
Gitme vakti geliyor . Kalkıyorum..
Akşam yemeğe kalın diyorlar..
Beklerler beni diyorum..
Cemal'in kireçli eski ayakkabılarına ilişiyor gözüm..
''Ayağın kaç numara'' diye soruyorum..Bu kadar denk gelir 41 diyor...Evin adresini veriyorum, yarın erkenden Ali Rıza'yı alıp bana geliyorsunuz, kahvaltıyı birlikte yapacağız diyorum..
Ali Rıza ne olur baba gidelim diye yalvarıyor.
Geleceğiz diyorlar..Yalnız Karım Gülsüm çalışıyor. O gelemez diyor..
İkinizi bekliyorum ha.. Unutmayın diye tembih ediyorum..
Vedalaşıyoruz.. Ali Rıza bir türlü bırakmak istemiyor.. Ağlıyor üstelik..
Ve ağlama sırası bana geliyor. Bir süre ağlaşıyoruz..
Elime bir poşet veriyorlar. Almamazlık etmiyorum...
Ağaçlık yolun tenha bir yerinde, poşeti açıp bakıyorum.
Baklava dilimli bir yün çorap, iki büyük kete ve bir yuvarlak Kars Kaşarı koymuşlar...
Ve....Çok duygulanıyorum...
Fakirlik paylaşılır.. Zenginlik asla diyorum

Referandum sabahı..

Ula ne sitede yaşıyorum
Üst katta hakim
Sol yanımda savcı
Alt katta avukat..
Yönetim Kılıç Ali zihniyetinde..
Düşmüşüm istiklal mahkemesinin kucağına haberim geç olmuş..
Hayriye Teyze, Kapıcı Yakup olmasa...Kendimi zindanda sanacğım.
Sabahın köründe, bir elinde seçim kağıdı bir elinde akıllı telefon, bankta oturuyor Hayriye Teyze...Pembe rujunu yine sürmüş...Oğlunu bekliyor. O gelip götürecek...
Belki de kaderimiz onun ellerinde...Bilinmez..
Şimdi de uzaktan Şefkat'i boşayan Sevgi Hanım göründü..Bu arada olan Şefkat'e oldu. Kavga falan etmiştik ama..İyilik sever bir adamdı...Nasıl koşmuştu Hayriye Teyzeye yardıma..Neler almıştık birlikte marketten...Gözünü hiç kırpmamıştı.. Bonkör adamdı doğrusu...
Yönetim tam kadro oy kullanmaya gidiyor..Hepsi takım elbiseli ve kıravatlı..
Tanımayan birileri, başbakanla görüşecek İtalyan Heyeti sanırlar..
Kaldırımlarda kırmızı halı tek eksikleri..
Aşağıdan'' Ergun Bey, sen gelmiyor musun'' diye bağırıyorlar..
''Biraz gayret ederseniz gelecem '' diyorum..Anlayanlar kahkahayla gülüyorlar...
Gürültüye savcı bey çıkıyor balkona.. Elinde bir bloknot, bir de kalem...
Günaydın diyorum..Kerhen günaydın diyor..
Senin ne mal olduğunu biliyorum der gibi bir bakış atıyor.. Kısa bir süre duruyor balkonda. İçeri giriyor..
Yönetimin tüm itirazlarına rağmen balkonumu büyük bir suntayla ikiye bölmüşüm..Sol taraf bana, sağ taraf kuşlara ait..Özgürce yaşıyorlar orada.. Sevişiyorlar.. Yavru ve yumurta hiç eksik olmuyor yuvalarında..Sırayla üstüne oturuyorlar yumurtaların..
Yönetim koku yapar diye onları atmamı istiyor her yıl. Ben direniyorum. ''Yavrular var, onlar bi büyüsün, gerisi kolay ''diyorum..Daha onlar uçmaya yeni yeni başlarken, yenilerini üretiyor kuşlar..Bu kadar sevişmeye az bile diyorum..
Bu kalabalık ve seslerden kuşlar tedirgin oluyor...Kanat çırpıyorlar devamlı...
İşte tam şu anda Hayriye Teyzenin oğlu geliyor arabasıyla..
Sevgi Hanımı da alıyorlar yanlarına...Oy kullanmaya gidiyorlar..
Ses kesiliyor sitede..
Sükunet başlıyor..
Bilgisayarıma dönüyorum. Bunları yazmak için..
Kuşların tarafından yine aşk cıvıltıları sarıyor ortalığı..

Naklen...

Adana Lisesinde
Fizik öğretmeni..
Adam son derece atletik..Üçgen bir vücut, pazular falan adeta Herkül...
.
Çocuklar lakap takmışlar. 'Atom' diye...
Body Ekrem gibi bir şey..
Atom lafına sinir oluyor..
Bir gün sınıfa giriyor.
Karatahtada Ders:Fizik
Konu: Atom yazıyor..Kenarda duran çöp kutusunda Atom yazıyor.
-Çevirin şunu gözüm görmesin diyor. Çeviriyorlar çöp kutusunu, arkasında da 'atom' var..Ne tarafa çevirseler 'atom' Gidip bir tekme savuruyor atom hazretleri. Çöp kutusu tersine dönüyor. Altında 'atom'.
Giderek atom lafına alıştırıyorlar..Eskisi gibi kızmıyor. Hatta benimsiyor.
Atom öğretmen, bir kimyacı öğretmenle evleniyor...
Nikaha çelenk yolluyor öğrenciler 'Atom Hocamıza mutluluklar' diye..
Ertesi yıl bir oğlu oluyor Atom'un..
Derse geldiği her gün .Küçük atomdan bahsediyor..
İşte bu gün küçük atomu buzlu suda yüzdürdüm..Kara yatırdım..Birlikte nehirde yüzdük falan diyor.
Çocuklar..
-Aman hocam bu kış günü nehirde ne işi var çocuğun falan diyorlar..
- Susun hanım evlatları.. Benim çocuğum babasının oğlu.. O bir komando...İlerde görürsünüz. Adana İlinde bir efsane yaratacağım diyor...
Bir gün acılı bir yüzle ve süngüsü düşük bir vaziyette okula geliyor..
Çocuklar hep bir ağızdan geçmiş olsun Hocam ne oldu diye soruyorlar.. Merakla..
Hoca bitkin bir vaziyette ..
-Hiç sormayın çocuklar...Küçük Atom sizlere ömür diyor...
Niye mi anlattım bu hikayeyi...
İnşallah pazar günü..
Büyük Atom da sizlere ömür olacak...

Philip -Morris'in hikayesi

İkinci Ferdinand ve İzabel'in zulmunden kaçarak Ege'ye Manisa'ya yerlestirilip Osmanlı
vatandasi; olan
Sefarad kökenli Yahudi bir ailenin çocugudur Moris. 1855 yılında
Manisa'da doğmustur..Alaşehir'li olduğu da bazı kaynaklarda yer almaktadır..Yani Philedelpia'lı
Yoksul bir ailenin çocuğudur. Dokuz yaşında yakalandiğı ve o dönemde öldürücü bir hastalık olan Kuşpalazından Şinasi adında bir doktorun uzun uğraşmaları sonucunda kurtulduğu için Adına Şinasi eklenmiştir.
Genç Moris Şinasi bir süre Yahudilerin mezar bekçiliği işinde çalışmış, okuma yazması olmadığı için işten kovulmuştur,
Bir süre sonra bir tütün tüccarının yanında çalışmaya başlamış, kısa sürede çalışkanlığı ile patronun gözüne girmeyi başarmıştır.
22 yaşına geldiğinde İskenderiye'de bulunan şubenin başına getirilmiştir.
Kısa sürede o denli başarılı bir tüccar haline gelir ki, tütün ve sigara artık onun en önemli işi haline gelir.
Amerika'ya göç eder..
Manisa'dan Amerika'ya tütün getirterek pazarlar..
İnce kıyılmış tütünden sarma sigara makinesini yapar ve işi otomatik makinelerle yapmanın patentini alır.
Bir başka Yahudi ile ortaklık kurar..
Adları artık Philip- Morris olur...
Bu gün bir Dünya markası haline getirirler işi..
Moris Şinasi doğduğu yerleri ve kendi çocukluk yıllarında bir çok çocuğun hastalıklardan öldüğü Manisa'yı hiç unutmaz..
Servetinin önemli bir bölümünü Manisa'da bir vakfa aktarır..
Bir çocuk hastalıkları hastanesi inşa ettirerek o dönemin en ileri teknolojisine sahip bu hastanede çocuk ölümlerine engel olmaya çalışır. Yıl 1928 dir.
Hastanenin faaliyete geçtiğini göremeden ölür..
Hastane sağlık Bakanlığı bünyesinde halen çalışmaktadır.
Moris Şinasi Bir Anadolu insanıydı...
Bu gün bir çok insanın nefretle baktığı, yok ettiği azınlıklardan
biriydi..
Etnik kimliklerini ayırt etmeden çocuklar ölmesin diyen bir vefakar insandı Moris Şinasi..
Hatırası ve bu yüce gönlünün önünde saygıyla eğliyorum....

'BENLİ'

1977 yılında
yedek subay olarak Kartal- Maltepe 2. Zırhlı Tugayda askerliğimi yaptım..
Hani Ağca'nın kaçırıldığı, Mahir Çayan'ların kaçtığı hapishanenin bulunduğu birlik...
Akşamları Fener Bahçe Ordu Evine dönüyorum...
Sürekli kalma şansı verilmiş bana...
Nöbete kalmamış isem her gün orada geçiyor günlerim.
Gündüz bir cehennemde, gece cennette yaşıyorum.. Tüm stresimi atıyorum akşamları..
İki kişi kalıyoruz odada.. Denizci Mehmet Yavuztürk adında bir İstanbul fırlaması asteğmenle...
4800 lira maaş ve 300 lira da mahrumiyet zammı alıyorum.
Aylık oda ücreti 375 lira.. Lokantasında içki dahil verdiğim en yüksek günlük ücret 15 lira..
Bir çuval para kalıyor geriye..
Oda temizliğini Adana'lı bir asker yapıyor. Adı Mustafa.. Yüzündeki benlerden dolayı, 'Benli' diye çağırıyorlar. Ben hiç çağırmadım..
Bana çok saygılı...
Bir gün Kadıköy'e otobüsle giderken yaşlı bir amcanın ayakta kaldığını ve bu Mustafa'nın oturduğunu görüyorum.
Kızgınlıkla kalksana oğlum diye bağırıyorum.
Sivil giyimliyim ama beni tanıyor.. otobüstekiler biraz şaşkın bakıyorlar bana...Ses tonum çok sert gelmiş olmalı..
Yerinden kalkıyor çocuk. Amca oturuyor.
Kadıköy'de otobüsten indiğimizde, çok büyük bir darbe yiyorum..
Mustafa ayağını sürükleyerek yürüyor..
Koşarak yanına gidiyorum.
-Geçmiş olsun, ne oldu ayağına diyorum
-Ayağıma demir düştü Haydar Paşa Askeri Hastanesine yolladılar beni dedi..
Ayağım çok kötü olduğu için oturuyordum. yoksa yer vermez miydim diyor
Dünyayı başıma yıkıyor Mustafa..
Senden çok özür diliyorum.. Bilemezdim diyorum.
Bir subayın ondan özür dilemesi, ne kadar anlamlı geldiyse ona, aniden sarılıyor ve ağlamaya başlıyor..
Beni de bir ağlama tutuyor İki göz iki çeşme...
Gelen geçen bize bakıyor.. Umurumuzda değil..
Mustafa ve ben ağlaşıyoruz...
Sen benim kardeşimsin.. Beni affedecek misin diyorum.
Ağlama sesi daha da yükseliyor..Seyirci sayımız giderek artıyor...
Bir süre sonra sakinleşiyor..
Hastane uzak değil ama çocuk yürümekte zorlanıyor...Bir taksiye bindirip götürüyorum...
İndiğinde tekrar kucaklıyor beni...
''Sen nasıl bir insansın' diye soruyor...
Belki de bir yerlerde o da beni anlatıyordur şimdi..
Gözleri dolu dolu olaraktan..

NA...

Dün öğleden sonra yürüyüşe çıktım.
Okyanus Plazanın önünde iki küçük çocuk mendil satıyor. Birer lira veriyorum. Mendiller kalsın diyorum işaretle..Şükran diyor biri..Teşekkür ediyor Arapça.. Hoşuma gidiyor..
Yokuştan aşağı iniyorum. Bir inşaatın önünden geçerken Kürt amelelerden biri 'Le le vay Lé mıne'yi söylüyor. Çok yanık bir sesi var. Yüreğine işliyor, acı veriyor insana..
Sonra ses kesiliyor..
Hep beraber 'Em bejan ' diye bağırıyorlar. Biri iskeleden aşağıda kum doldurana sesleniyor 'Te go çi' diye..Karşılık hemen geliyor 'Mé go na'
Usta başı olduğunu sandığım biri, ''ula oğlum, şimdi müteahit duyacak, işimizden olacağız, eşşek oğlu eşekler diye kızıyor.Ağzını doldura doldura...
İki küçük çocuk bir TIRın tekerine işiyorlar. Pipilerine bakıp, kahkahalar atıyorlar. Beni görünce korkup, üzerlerine damlatarak uzaklaşıyorlar. Bu defa ben gülüyorum.
Bir terzi dükkanın camını siliyor. Mezurası boynunda..
Yanındaki kahveden sigara molasına çıkmış adamlar, derin derin çekiyorlar içlerine dumanı...Aralarında konuşuyorlar. Duyamıyorum...Kar zarar hesabı yapıyorlardır diye geçiyor içimden.Yürümeye devam ediyorum.
Parkın içine giriyorum. Lise öğrencisi olduklarını tahmin ettiğim bir çift öpüşüyorlar.Kız beni göstererek itiyor oğlanı. Görmezden geliyorum..
Biraz ilerde bir banka oturuyorum. Hırpani üç genç geliyor yanıma. Ürküyorum...
-Baba paran var mı diye soruyor biri.
-Fukarada para ne arar diyorum.
Canın sağ olsun diyerek ayrılırken, ne yapacaksınız parayı diyorum. Geri dönüyorlar.
-Çok açız diyorlar sadece.. Utandıklarını görüyorum.. Yüzüme bakamıyorlar.
Bozuk on iki lira çıkıyor cebimden veriyorum.
Üçü birden elimi öpmeye çalışıyor, zor kurtarıyorum ellerimi.
Canınız sağ olsun, pek fazla değil ama, bakkaldan bir şeyler alırsanız doyarsınız diyorum. Uzaklaşıyorlar...
Babamın sık sık söylediği, annemin nefret ettiği bir şarkı geliyor dudaklarıma...
'Sarı kurdelem sari
'Dağlara saldım yari..
Şarkıyı söyleyerek neşe içinde yürümeye devam ediyorum..
Çok uzaklardan güzel okunan bir ezan sesi geliyor..
Kuşların cıvıltıları çoğu kez engel oluyor sesin gelmesine...
Oturup bir banka...
Soluklanıyorum...

Köpükler ve Hayriye Teyze...

Bilgisayara bakıyordum
Şarıl şarıl su sesi geldi..Banyoya koştum.. Bembeyaz köpükler içinde kalmıştı..Tavandan sürekli yeni üretilenler sırayla atlıyorlardı. Birbirleriyle yarışıyorlardı sanki..Ergun'u ben kapacam diye..
Hemen yukarı daireye koşuyorum. Üçüncü ve kuvvetli zil sesinden sonra, kapı yavaşça aralanıyor.
Hakim Bey'in kafası görünüyor. Kızgın, ve neden düzenimi, işimi bozuyorsun, yarım kaldım der gibi bakıyor yüzüme...
Durumu anlatıyorum..
Kızgınlığı geçiyor.. Özür diliyor, hemen ev sahibini arayacağını söylüyor...
Olur, genç adam, günlerden pazar..
Belki de onu da yatağa tıktılar diyorum.
Adamın kibarlığı sinirlerimin düzelmesine yardımcı oluyor..
Aşağıya iniyorum.Banyoyu sildikten sonra, dışarıya atıyorum kendimi...
Kapı önündeki bankta Hayriye Teyze ve oğlu oturuyor. Ziyarete geldiği belli oğlunun.
Daha selam veremeden,
- Ergun Bey bi cigara ver diyor. Yakıp ta vermemi istiyor. Emre uyuyorum.
Elinde bir akıllı telefon var. Öbür elinde bir pertavsız taşıyor..
Bunun fontunu büyütebilir misin ? Benim oğlan hiç anlamıyor diyor..
Oğlu derin bir iç çekiyor... Utanıyor. Bilmezliğine değil, annesinin yaptıklarına..
Ben de anlamadığımı söylüyorum.Hatta mesaj yazmayı bile yeni öğrendim. Bir cümleyi bir saatte anca yazıyorum diyorum. Neşeleniyorlar ikisi birden...Gülüyorlar...
Geçmiş olsun hastaneden çabuk dönmüşsün diyorum.
-Sorma Ergun Bey hasta bakıcının biri az daha tecavüz edecekti diyor..
Yüzüne dikkatlice baktığımda ince bir ruj sürdüğünü görüyorum..
İşte tam o sırda oğlu koluma giriyor..Ana kapıya doğru adeta beni sürüklüyor..
- Kusura bakma abi. Annem gerçekten kafayı yedi. Bu ay 87 yaşına girdi.. Haline bi bak diyor...
Yıkık bir viraneye dönmüş oğlu...Şaşkın...Ve çaresiz..
Ayrılıyorum...
Yolda çocuksu bir gülme tutuyor beni..
Kendimden utanıyorum..

Helin'in aziz hatırasına..

Emir'in okuluna gidiyordum. 
Dönerli bir gobit yaptırıp, ikiye böldürdüm. Amacım birlikte yemekti .Yolda yağmura yakalandım. Kendimi Emir'in küçükken elimden tutup zorla götürdüğü ve adını kendi koyduğu 'İmi Parkına' zor attım..
İmi onun dilinde Emir demekti..Çok seviyordu orada oynamayı. Bir kameriyeye oturdum. Kimseler yoktu, yağmur aman vermiyordu. Çok da ıslanmıştım.
Gündüzleri genellikle genç aşıkların koklaştığı bir yerdir orası..Bu gün ben devralmıştım.
Biraz sonra acele adımlarla ellili yaşlarda bir kadın, küçük bir çocuğu adeta sürükleyerek geldi ve izin isteyerek aynı masaya oturdu..Çok ıslanmıştı. Çantasından çıkardığı büyükçe bir mendille çocuğun yüzünü kuruladı..
Ben yemeğin bir parçasını açmıştım. Emir'in gelmesine daha bir saat vardı. Çocuğun dikkati yemekteydi. Kağıdı öylece önüne doğru sürdüm.. Kadıncağız mahçup bir şekilde itiraz edecek oldu.. Önce onlar yemeli. Lütfen karışmayın dedim.
Kabullendi.. Çocuk büyük bir iştahla ısırmaya başladı..
Konuşmamız için temel atılmıştı böylece..
Torunu varmış okulda. Onu almaya gelmiş..Bu yanındaki küçük kızın abisiymiş okuldaki..Adı Kerem'miş, kızın ki Gülnaz...
-İki torunun mu var diyorum.
-Bir torunum daha var, on yedi yaşında adı Umut. Bu gün doğum günü diyor. Ve hıçkırarak ağlamaya başlıyor..Şaşırıyorum..
Sormaya korkuyorum..Uzunca bir sessizlikten sonra, anlıyor benim merak ettiğimi. Anlatmaya başlıyor..
Kardeşim diye hitap ediyor..
Bundan on yedi yıl önce, kızım Umut'u doğurmak için doğuma götürüldü...Gece sancısı tutmuş, sıklaştıgında kocası tarafından götürülmüştü..
Yorgunluktan kanepede uyuya kalmışım. Bir rüya gördüm, kızım doğum yapmış, benden, küçük bir şalımız var, onu istiyordu.. Ne yapacaksın dediğimde, bak bebeğim doğdu anne, onu emzirirken göğüslerimi kapatacağım diyordu. Aniden uyandım ve sanki biri dürttü balkona çıktım..
Aşağıda kalabalık birikmişti..Önce anlayamadım. Sonra aşağıya indim, kızımı doğum sırasında kaybettiğimi söylediler..Kendimden geçmişim, hastanede gözümü açtım..
Uzun süre hastaneden çıkarmadılar.. Esas ben ölmüştüm. Kimse bilmiyordu dedi..
Buz kesilmiştim.. Söyleyecek söz bitmişti bende..Duvar gibiydim sanki, ve tepkisiz..
İşte o torunum on yedi yaşında. Adını Umut koyduk.. Umutsuzluğu devam etmez inşallah diyor..Annesini doğumda kaybettiğini biliyor, sanki sebep olmuş gibi kendini hiç affetmiyor diyor zavallı kadın..
Yüzüne bakamıyorum...İçim el vermiyor..Yangını benim bedenimi de sarıyor, hiç haberi olmuyor.
Umut'u dedesiyle birlikte büyüttük.
Anne baba olduk biz diyor..
Sıkılarak ya babası diyorum.
O bir gün bile bakmadı...Kısa bir süre sonra evlendi. Ve Umut'a hiç sahip çıkmadı diyor..
Yeni karısından iki çocuğu daha oldu..Karısı Umut'u bir defa bile evine sokmadı..Umut kardeşlerini yıllar sonra okul önlerinde bekleyerek uzaktan görmeyle yetindi.. Gidip sarılmak istiyordu her defasında. Ama korkuyordu görürler diye...
İşte bu gün Umut'un doğum günü, kızımın ölüm yıl dönümü diyor..Ağlamasını sürdürüyor. Bir an göz göze geliyoruz..
Benden özür dilemek istiyor, üzdüğü için...
Endişe etme diyorum.. Ben alışkınım dertlere..
Acılar benim yol arkadaşım, hiç ayrılmıyorlar yanımdan diyorum..Rahatlıyor..
Okula doğru yürümeye başlıyoruz..
Bir soru daha sorabilir miyim diyorum. Onayını beklemeden 
peki babası Umut'a hiç yardım etmez mi diyorum.
En can yakıcı cevabı alıyorum karşılığında..
Eder...Paraya ihtiyacı olduğunda, balkonun altına gel der. Ve parayı aşağıya atar diyor,
Kahroluyorum..